Baris Yamansavascilar

Software and Research Engineer | PhD Candidate

Mağaradakiler
Sept. 10, 2016

“Bir mağara düşün dostum... Girişi boydan boya gün ışığına açık bir yeraltı mağarası... İnsanlar düşün bu mağarada. Çocukluktan beri zincire vurulmuş hepsi; ne yerlerinden kıpırdamaları, ne başlarını çevirmeleri kabil. Yalnız karşılarını görüyorlar. Arkalarından bir ışık geliyor; uzaktan, tepede yakılan bir ateşten.” 

2007 yılında lisedeyken çıkardığımız Mağaradakiler dergisinin giriş sözlerinden bir alıntı ile başlamak istedim ilk bloğuma. Bu girişi, derginin ismine uygun olarak, Platon’un Devlet adlı kitabından alıntılamıştık. Derginin ismiyle alakalı olarak sonradan öğrendiğim bir ayrıntı, Cemil Meriç’e ait olan Mağaradakiler adlı bir kitabın olduğu ve girişinin de aynen bu şekilde başladığıydı. Derginin ismini ne koysak diye tartıştığımızı hatırladığımdan, ismi öneren kişinin (kimdi hatırlamıyorum) kitaba bir gönderme yaptığını düşünüyorum. Sonuç olarak, bunlardan ziyade işin asıl önemli yanı, bu işe giriştiğimizde 16-17 yaşlarındaydık ve hayatı keşfetmeye yeni başlamış birer liseli olarak böylesine ciddi bir işin altına imza atmıştık.

Derginin çıkış fikri edebiyat dersleri sonrasında aramızda konuşurken çıkmıştı. Ancak, bu konuya girmeden önce kendimle ilgili bir ayrıntıyı da anlatmam lazım. Liseye gittiğim dönemdeki sistemde, Türkiye’deki Anadolu liselerinde hazırlık sınıfı vardı ve lisenin normal eğitim süresi hazırlık yılı + 3 seneydi. Alan seçimi 10. sınıfa geçmeden yapılıyordu ve 11. sınıf ise lise sondu. Dergiyi çıkardığımız 2007 ilkbaharında 10. sınıftaydık. Alan seçiminde 1-2 kişi hariç yakın olduğum tüm arkadaşların TM alanını tercih ederken, ben Fen alanını seçmiştim. Genellikle, okulda da kendi sınıfımdan ziyade ders harici sürekli onların sınıfındaydım. Zaten, dergiyi çıkaran ekipte de sadece ben fen sınıfındandım. Lafı biraz fazla dolandırdım ama işin arkaplanını da anlatmak istedim. Ayrıca, o dönemki liselerde önemli bir bug (hata, tuhaflık) vardı. TM sınıfları hiçbir şekilde fen dersi almazken, fen sınıfları TM sınıflarıyla aynı müfredata sahip edebiyat dersleri alıyordu. Bundan şikayet eden arkadaşlarım olsa da, edebiyat seven biri olarak şahsen aynı şeyleri görmekten mutluydum. Başta dediğim gibi, derginin çıkış fikri edebiyat dersleri sonrasında aramızda konuşurken çıkmıştı. “Bir dergi çıkarsak?”, “Herkes bir olayla ilgili düşüncesini paylaşsa?” vb. öneriler ile yeşermeye başlayan fikrimiz, “Dergiyi nasıl basarız?”, “Paramız yeter mi?”, “Peki ya kapak ne olacak?” gibi ileriye dönük düşüncelerle birlikte olgunlaşmaya başlamıştı. Sonuç olarak, dergiyi çıkarmaya karar verdik ve düşüncelerimizi (biraz da çekinerek) TM sınıfının Edebiyat hocası ile paylaştık. Hoca, beklediğimizin aksine bizim kadar istekli çıktı ve bizi destekledi. Neler yapmamız gerektiğinden bahsetti ve nasıl ilerleyeceğimiz hakkında tavsiyeler verdi. Hatta 1-2 ders sadece bu olaya ayrıldı (bu derslerden birinde hoca, Fen sınıfının o saatteki dersinin hocasından benim için ricada bulunmuş ve beni o derse dahil ettirmişti). Ancak, bizi ve fikrimizi bu kadar destekledikten sonra şunu da eklemeyi ihmal etmedi: “Sizi tüm kalbimle destekliyorum, ama işler ters giderse bu konuşmalar hiç yapılmadı. Kabul mü?”. Kabul etmiştik, top artık bizdeydi.

Karar alındıktan sonra, ilk olarak en önemliden başlayarak, planlama yapmaya başladık. Derginin ismi ne olacak, kimler yazı yazacak, işin matbaa, kapak ve maliyet kısmı nasıl halledilecek gibi bir yığın sorunun içinde bulduk kendimizi. Düşünceleri gerçeğe dökmenin çekiciliği ile hayatın gerçeklerinin çarpışmasını tecrübe ediyorduk. Tüm bunların yanında da, dünyanın en ağır lise müfredatıyla ve önümüzdeki sene bizi her yönden kuşatacak olan ÖSS stresinin ilk dalgalarıyla boğuşuyorduk. Herşeye rağmen, azim ve kararlılığımız bu zorluklara üstün geldi ve adım adım tüm problemleri aştık. Öncelikle derginin ismini belirledik: Mağaradakiler! Sonrasında makalelerin yazılması, içeriklerin hocanın gözetiminde düzeltilmesi, son olarak da matbaa ve derginin ismine + içeriğine uygun olacak bir kapak. Bu son kısmın sorumluluğu, babamın katalog/dergi işleriyle uğraşmasının ve bir ressam olmasının sonucu olarak bana aitti. Nihayetinde, aşağıda görmüş olduğunuz çarpıcı kapak ile birlikte dergi basıldı ve yayın hayatına başladı. Başarmış olduğumuz şey ve bunun gururu tarif edilemezdi. Ancak, bilmediğimiz şey, hedefe ulaşmak kadar o hedefin sürdürülebilirliğinin de bir o kadar önemli olduğuydu. Öğreneceklerimiz henüz bitmemişti. 

Dergi matbaada basıldıktan 1-2 gün sonra, annem arabayla 100 küsür baskıyı okula getirdi. Bagajdan heyecanla alıp okula dağıtma işine koyulduk. Her sınıfa girip “bakın dergimiz çıktı ehe ehe” modunda elden dağıtıyorduk. Aynı şekilde, hocalara da bizzat verdik. Heyecanlıydık, gururluyduk, dolayısıyla herkesin de öyle olması gerektiğini düşünüyor, insanlardan alacağımız güzel geribildirimleri bekliyorduk. Ancak, çok da öyle olmadı. Dergiyi verdiğimiz çoğu öğrenci beklediğimiz ilgiyi göstermedi. Genellikle birkaç sayfa karıştırıp, “Hımm iyi olmuş” dedikten sonra bir kenara atıyorlardı. Bazıları ise “Bu ne yeav, dergi mi çıkardınız ehi ehi” modunda dalga geçiyordu (herkes 16-17 yaşındayken “düşünmüyordu” maalesef). Daha başka bir grup ise, dergi sözcüğünden dahi çekiniyordu ve hocalar bir şey der diye eline almaya korkuyordu (dergide yazmasını istediğimiz 1-2 kişi de sırf bu korkularından yazmamışlardı). Hocalar ise iki gruba ayrılmıştı: destekleyenler ve desteklemeyenler. Destekleyen hocalar yazdıklarımızı büyük bir heyecanla okudular ve tebrik ettiler. Hatta Fen (benim bulunduğum) sınıfının Edebiyat hocası bana, “Bizim sınıfta da böyle bir şey yapabilirdik Barış, aşk olsun” diye sitemde dahi bulunmuştu. Desteklemeyen hocalar ise, ne gerek vardı böyle birşeye modundaydılar. Din hocasının kapak için yarı esprili şekilde “Bu ne la böyle çıplak adam goymuşsunuz!” lafını hatırladıkça hala gülerim. Ancak, okul müdürünün de desteklemeyenler saflarında bulunması ve yaptığımız işe şiddetle karşı çıkması işleri epey karıştırdı. “Yaptığınız şey yassah!” diye başlayan söylemleri, “Bana verin o dergileri, toplatıcam” şeklinde devam etti (insanlara elden verdiğimiz için istediğini elde edemedi tabi). Son olarak da, işin işten geçtiğini anlayınca, bir daha böyle birşey yapmayacaksınız bağırışlarıyla serenadını sonlandırdı. İşin trajikomik yanı ise dergiyi açıp okumamış olmasıydı. Halbuki Filistin ve Irak’taki Müslümanların durumundan da bahseden yazılar vardı ve okusaydı, belki biraz olsun aydınlanabilirdi. Herşeye rağmen, kendisi sevdiğimiz bir insandı ve bu durum aramızda çok da bir soğukluğa sebep olmadı. Güldük, geçtik.

Derginin bence en önemli özelliklerinden biri, dünya görüşü itibariyle birbirine taban tabana zıt insanları (solcu, dindar, ateist, milliyetçi vb.) barındırması ve bunların fikirlerine yer vermesiydi. Gerçi, her ne kadar dünya görüşlerimiz farklı olsa da, yazılanlar itibariyle ortak olunan nokta, haksızlıklara karşı sesimizi yükseltmekti. Örneğin bir sayfada Filistin’de yaşananlar konu alınırken, onun yan sayfasında, ‘T ülkesindeki’ bazı büyücülerin, insanları nasıl kandırıp kötü yola soktuklarından bahsedilmekteydi. Başka bir sayfada ise Osmanlı arması ve bunun ne amaçla kullanıldığı yazılırken, onun arkasında ben, Aşka Dair diye bir yazı yazarak tarihteki bazı büyük olayların aşkla bağlantısını ve günümüze etkilerini irdeleyip güzelleme yapıyor, bir yan sayfada da, bir arkadaşımla birlikte, Büyük Senaryo başlığı altında Ortadoğu analizi gerçekleştiriyordum. Derginin içerisinde bu kadar geniş yelpazeden kişilerin ve fikirlerin bulunmasının en önemli sebeplerinden birinin, içinde bulunduğumuz yaş grubu olduğunu düşünüyorum. Çünkü, o yaşlarda insanların zihinleri daha esnek ve farklı düşüncelere yönelim, saygı vb. şeyler sonraki dönemlere nazaran daha fazla. Mesela, şu yaşlarımızda bu tarz bir dergi çıkarmaya kalksak, muhtemelen ekip ilk toplantıdan sonra dağılırdı. Yaş arttıkça maalesef düşünceler kemikleşiyor ve insanların olaylara bakış açısı sabitleşmeye başlıyor. Dolayısıyla bu da, karşı fikre olan tahammülsüzlüğü beraberinde getiriyor.

Olumlu olumsuz tüm yaşadıklarımızdan sonra, bir sohbette düşünce olarak başlayan şeyi gerçekleştirmemiz ve bunu istediğimiz şekilde yapmamız paha biçilmezdi. İlk sayının ardından gerek o senenin (2006-2007) sonuna gelmemiz, gerek sınavların başlaması, gerek araya giren yaz tatili ve bir sonraki senenin ÖSS yılı olması sebepleriyle bir daha dergiyle ilgili çalışma yapamadık. Mağaradakiler ilk ve son sayısıyla yayın hayatına veda etti.

Bugün Mağaradakiler ekibinden 2-3 kişi hariç neredeyse hiçkimse birbiriyle görüşmüyor. Hem hayatın insanları farklı yönlere savurması, hem de kişisel kırgınlıklar bu durumda oldukça etkili oldu. Ancak, benim bu duruma yorumum daha farklı ve mecazi. Derginin isim fikrinden yola çıkacak olursam, herkes bilgiye aç bir şekilde, onunla beslenmek için, mağaradan çıktı ve farklı yönlere dağıldı.

Bu ilk bloğumu, başlangıçta yaptığım gibi yine dergiden bir alıntıyla sonlandıracağım. Yaptığımız işi ve bunun sebebini en iyi şekilde özetleyen ikinci giriş sayfası ile. Görüşmek üzere.

“Sevinçlerimizi, üzüntülerimizi, kızdıklarımızı, beğenilerimizi paylaştığımız ilk sayımız...

Bir şeyler yapmalı, sesimizi duyurmalıydık. Birkaç formül ve onlar arasında geçiş yapmaktan çok daha fazlasını düşünebiliyoruz. ‘Biz de buradayız!’, diyebilmenin zamanı gelmişti. Belki bir dergi... Yapabilir miydik? Neden olmasın ki...

Fikir kulaktan kulağa yayıldı ve her seferinde sesler daha da yükseldi. Hayaller, hayaller... Hayal kurmadan başarı olmazdı tabi!. Ben röportaj yaparım, sen şiir sayfasını hazırla, biraz tarih, eleştiriler, kültür sanatta olsun mu? Bu heves değil, bir tutkuydu. Aradığımız şey, ihtiyacımız olan tam da buydu. Yazılar masada birikti, son kontroller yapıldı, baskı ve karşınızda: ‘MAĞARADAKİLER’.

Bir şeyler yapmış̧ olmanın mutluluğu, ’Beğenirler mi?’ sorusunun yarattığı hafif çekingenlik, kendine ve arkadaşlarına duyduğun güven... İşte bunlardı hissettiklerimiz. Bir de karşı koymanın gururu var tabii. Kime mi? ‘ÖSYM’! Her sene değiştirdiğin sistemlerinin kobayı olabiliriz, evet 3 saat içinde ya hepsi ya da hiçbiri olduğumuzu belirleyecek kadar güçlü de olabilirsin; ama bak hala beynimizi bir test parçasına dönüştüremedin. Bak, biz hala sorguluyoruz ve biz hala DÜŞÜNÜYORUZ!... ”